Kardiyovasküler hastalıklar dünya çapında yaşamı tehdit etmeye devam ediyor. Üstelik istatistikler bu hastalıkların, yaşam kayıplarını artırdığını gösteriyor. Dünya Kalp Federasyonu’nun 2023 yılı raporunda, kalp hastalıklarına bağlı yaşam kayıplarının son 30 yılda yüzde 60 oranında arttığına dikkat çekiliyor.
Oysa alınacak önlemlerle riski azaltmak mümkün. Uzmanlar "Kalp krizi geçiren kişinin riski düzenli takip, tedavi ve yaşam tarzı değişikliği ile azaltılabilir" diyor.
Bu noktada yaş ve aile öyküsü gibi faktörler kalp hastalıkları için değiştirilemez risk faktörleri olarak tanımlansa da değiştirilebilir risk faktörlerine odaklanmak büyük önem taşıyor.
Kardiyoloji Uzmanı Doç. Dr. Ayça Türer Cabbar, aterosklerotik kardiyovasküler risk faktörlerinin 2023 yılında yayınlanan bir derlemede “geleneksel” ve “geleneksel olmayan” olarak sınıflandırıldığını belirtiyor. Bu sınıflandırmaya göre, geleneksel risk faktörleri: obezite, hipertansiyon, diyabet, hiperlipidemi, sigara&tütün kullanımı, böbrek hastalıkları, erkek cinsiyet ve yaş olarak sıralanıyor. Geleneksel olmayan risk faktörleri ise: HIV/HAART (çok aktif antiretroviral kullanımı), hayat tarzı & diyet, obezite ve metabolik sendrom, eğlence amaçlı madde kullanımı, gebeliğin tetiklediği hipertansiyon, diyabet ve preeklempsi, inflamatuvar ve otoimmün hastalıklar, kronik enfeksiyonlar, bazı genetik hastalıklar, pıhtılaşma kusurları, damar anomalileri, kolesterol metabolizma hastalıkları olarak alt gruplara ayrılıyor. Bu risk faktörlerinden bazıları aşağıdaki gibi sıralanıyor:
Aile öyküsü, kalp hastalıkları açısından önemli bir risk faktörü olarak görülüyor. Eğer bir kişinin birinci derece akrabalarında (anne, baba, kardeş) erken yaşta (40 yaş altı) kalp hastalığı geçirenler varsa, bu kişinin kalp hastalığı geliştirme riski artıyor. Aile bireylerinin benzer yaşam alışkanlıklarına sahip olması da bir diğer faktör olabiliyor. Bununla birlikte nadir durumlarda, ailelerde belirli kalp hastalıklarına yatkınlığı artıran genetik mutasyonlar bulunabiliyor. Bu tür kalıtsal kalp hastalıkları, ailelerde belirli kalp hastalıklarının sık görülmesine neden olabiliyor.
Fazla kilolu olmak veya obezite, kalp hastalıkları riskini artıran bir faktör olarak öne çıkıyor. Aşırı yağ dokusu, vücutta inflamasyonu artırdığı gibi kan basıncını yükseltip kolesterol seviyelerini etkileyebiliyor. Bununla birlikte tip 2 diyabet gelişme riskini artırması kalp hastalıkları için başlı başına risk oluşturuyor. Obezitenin neden olduğu bir başka sorun olan uyku apnesi ise uyku sırasında solunum durmalarına yol açarak oksijen eksikliğine ve kalp stresine neden olabiliyor. Dolayısıyla kilo kalp hastalıkları için hem doğrudan hem de dolaylı yollardan çok etkili bir faktör olarak değerlendiriliyor.
Kalp hastalıkları riski açısından en önemli faktörlerin başında gelen yüksek tansiyon riski yaşla birlikte de artmaktadır. İstatistikler dünya genelinde kalp hastalıkları ve felce bağlı yaşam kayıplarının yarısından sorumlu olduğunu gösteriyor.
Kan basıncının 140/90 mmHg veya bu değerinin üzerinde olması hipertansiyon olarak tanımlanıyor. Yüksek kan basıncı tedavi edilmezse zaman içinde damarlarda plak oluşumu, kalp kası zayıflığı, kalp ritm bozukluğu, kalp yetmezliği, kalp kapak hastalıkları ve inme gibi birçok kalp hastalığına zemin oluşturabiliyor. Bu nedenle yüksek tansiyonun kontrol altına alınmasında düzenli sağlık kontrolünün yanında, sağlıklı kiloda kalınması, sigaranın bırakılması ve hareketli bir yaşam sürmeye dikkat edilmesi gerekiyor. Tansiyon kontrolü açısından evde kendi kendine tansiyon kontrolünü öğrenmek ve bunu kayıt altına almak da önemli bulunuyor.
Kan yağları olarak tanımlanan kolesterol vücut için önemli bir madde olarak değerlendiriliyor. Yüksek seviyelerde bulunması arterlerde plak oluşumunu hızlandırıp kalp hastalıklarının gelişme riskini artırabiliyor. Özellikle kötü huylu kolesterol (LDL) yüksekliği koroner arterlerde plak birikimine bağlı olarak damar sertliği, akeroskleroz, inme ve periferik arter hastalığı gibi kalp ve damar hastalıklarının en önemli nedenleri arasında yer alıyor.
Tip 2 diyabet ve kalp hastalıkları arasında güçlü bir ilişki bulunuyor. Diyabet, kalp hastalıklarının gelişme riskini önemli ölçüde artırıp birçok farklı mekanizma aracılığıyla kalp sağlığını olumsuz etkiliyor. Kan şekerinin ani yükselmesine bağlı olarak kalp damarları hasarlanıp plak oluşumu hızlanabiliyor. Bu durum kalp krizi, kalp yetmezliği ve diğer kalp hastalıkları için risk oluşturuyor. Bununla birlikte diyabetin hipertansiyon ve kolesterol yüksekliği için de risk oluşturması nedeniyle diyabetli kişilerde kalp hastalıkları riski önemli ölçüde artıyor.
Hem aktif hem de pasif içicilik dünya genelinde kardiyovasküler hastalıklara neden olan en önemli faktörlerin başında yer alıyor. İstatistiklere göre her yıl 3 milyona yakın kişi sigara kullanımının neden olduğu kalp hastalıkları nedeniyle hayatını kaybediyor. Üstelik sadece sigara içmek değil, sigara dumanına maruz kalmak ya da günde bir ya da iki sigara içmek bile riskin oluşması için yeterli oluyor. Bu noktada iyi haber; sigara bırakıldıktan bir yıl sonra risk yüzde 50 azalıyor. 15 yıl sonra ise kişinin kalp hastalığı riski içmeyen bir kişiyle eşit seviyeye ulaşıyor.
Eğlence amaçlı uyuşturucu kullanımında, dört veya fazla çoklu madde kullanımıyla ateroskleroz gelişim riski 9 kattan fazla artıyor. Metamfetamin ve kokainin aterosklerotik hastalıkta artışa yol açtığı belirtiliyor.
Kokain kullananlarda vücutta bazı maddelerin daha fazla salgılanması damarlarda büzüşme ve kasılmaya yol açıp kan basıncını artırabiliyor. Bu durum kalbi besleyen damarda büzüşmeye yol açarak kalp krizine neden olmakla kalmayıp başka maddelerin salınımını artırıp pıhtılaşma riskini yükseltebiliyor.
HIV ve HAART'ın ateroskleroza yatkınlık oluşturduğuna dair kanıtlar bulunuyor. HAART tedavileri hastalık riskini daha da artırabiliyor. HIV'li hastalarda akut MI oranı 11,13/1000/yıl iken, bu oran hasta olmayanlar için oran 6,98 olarak saptanıyor. Bu süreçle ilgili birçok mekanizma üzerinde duruluyor.
Kemoterapi ve radyoterapi günümüzde çok sık uygulanan bir tedavi yöntemi olarak değerlendiriliyor. Kanserli hücrenin yayılımı ve anjiyogenez (yeni kan damar oluşumu), örtüşen birçok yolakları kullanıyor. Kanserin yayılımını durdurmak için kullanılan tedaviler anjiyogenezi bozabileceği için tedavi esnasında kötü yönde etkilenebiliyor ve aterosklerozun gelişmesine veya ilerlemesine katkıda bulunabiliyor. Radyasyon DNA hasarına, oksidatif strese, erken hücresel yaşlanmaya ve hücre ölümüne neden olabiliyor. Bunların hepsinin aterosklerozun ilerlemesine katkıda bulunduğu düşünülüyor.
Depresif belirtiler, düzensiz uyku, ilgi kaybı ve finansal stres gibi fizyolojik stresler, artan kardiyovasküler olay riskiyle ilişkili bulunuyor. Garshick ve arkadaşlarının geleneksel olmayan risk faktörlerini araştırdıkları ve araştırmada yeni olarak kalp damarlarında kritik darlık saptanmış genç-orta yaşlı (yaş 25-57) hastaları inceledikleri belirtiliyor. Hastaların, kişisel stres ve finansal streslerinin daha yüksek, fonksiyonel kapasitelerinin daha düşük olduğu saptanıyor. Hasta grubun içerisinde, özellikle genç hastaların diyetlerinin daha farklı olması dikkat çekiyor. Genç grupta şekerli içecek alımının orta yaş gruba göre daha fazla olduğu, meyve, sebze ve balık tüketiminin ise göreceli olarak daha az yapıldığı izleniyor.
Gebelik süreci sorunsuz seyretmesi halinde risk oluşturmazken, kan basıncı yüksekliği veya kan şekeri yüksekliği gibi anormal durumlarda meydana gelen riskler gebelik sonrası takip gerektiriyor. Gebelik ve 20'nci gebelik haftasından sonra tansiyon yüksekliği ve idrarda protein kaçağının eşlik etmesiyle oluşan bir durum olan preeklampsinin (gebelik zehirlenmesi) ateroskeloz gelişimine yatkınlık konusunda kalıcı bir etkisi olduğu görülüyor. Bu sorunu yaşayanların, gebeliğinde kan basıncı normal seyredenlere göre kalp - damar hastalığı risklerinin 2 kat arttığına dikkat çekiliyor.
Kronik enfeksiyonlardan ateroskleroza neden olabilecekler arasında: HIV, Chlamydia pneumoniae, Porphyromonas gingivalis ve Helikobakter pilori bulunuyor.
Bu etkenlerin neden olduğu enfeksiyonlardan birkaçı; diş eti hastalıkları, zatürre ve mide ülseri olup bu enfeksiyonlarla çok sık karşılaşıldığı belirtiliyor.
Kronik inflamatuar durumlar ve sistemik lupus eritematozus gibi otoimmün bozukluklar uzun süredir ateroskleroz gelişimi için risk faktörü olarak tanımlanıyor. Manzi ve arkadaşlarının yaptığı bir çalışmada, sistemik lupus eritematozuslu 35-44 yaş arası 33 kadında kalp krizi riskinin 50 kat arttığı gösteriliyor. Başka bir örnek Sjögren Sendromu olarak adlandırılıyor. Bu sorunda beyin damar tıkanıklığı ve kalp krizi riski iki kat daha yüksek bulunuyor.
Ankilozan Spondilit ve diğer spondilopatiler de hızlı ilerleyen ateroskleroz ile ilişkilendiriliyor. Ankilozan spondilit, kalp - damar hastalığı için 2.2' lik artan olasılığa sahip iken diğer geleneksel risk faktörleri ile karşılaştırıldığı bir çalışmada erken kalp - damar müdahalesine ihtiyacın daha güçlü bir göstergesi olduğu belirtiliyor.
Araştırmalar kalp hastalıkları riskleri açısından değiştirilemez risk faktörlerinden bir tanesinin de kısa boylu olmak olduğuna işaret ediyor. 8 Nisan’da dünyanın önde gelen tıp dergilerinden New England Journal of Medicine'da yayınlanan çalışmaya göre, kısa boylu kişilerin kardiyovasküler hastalıklar ile kalp hastalıklarına yakalanma riskleri uzun boylulara göre yaklaşık 1,5 kat daha fazla. Yapılan uluslararası birçok çalışma kadın-erkek farkı gözetmeden 1.60 cm altında olmanın kardiyovasküler hastalıklar açısından risk olduğuna işaret ediyor. (Bu veriler dünyanın gelişmiş ve boy ortalaması yüksek ülkelerinde yapılan çalışmalarından elde ediliyor.) Sonuçların ırklara ve cinsiyete göre değişiklik gösterebileceği belirtiliyor. Türkiye’de yapılan bir çalışma ise boyu 160 cm’nin altında olan kadınların kalp hastalıkları açısından riskli bulunduklarına dikkat çekiyor. Bahsedilen değerlerin netlik kazanabilmesi için daha büyük ölçekli çalışmalara ihtiyaç duyulduğu belirtiliyor. Bu sorunda, boyu belirlemede etkili olan genlerin kolesterol seviyelerini kontrol etmede de rol oynadığı düşülüyor. Kısa boylu olmak değiştirilemez risk faktörleri arasında yer alsa da kalp hastalıklarından korunmada asıl önemli noktanın sigara içmemek, kilo kontrolü ve egzersiz ile değiştirilebilen faktörler üzerine yoğunlaşmak olduğu ve bu sayede kısa boylu olan kişilerin de kişisel risklerini azaltabilecekleri belirtiliyor.
Her geçen gün artan trafik yoğunluğuna paralel olarak artış gösteren ulaşım gürültüsüne uzun süre maruz kalmanın da kalp - damar hastalıkları riskini artırabileceğine dikkat çekiliyor. Karayolu, demiryolu veya hava trafiği gürültüsünün, iskemik kalp hastalığı, kalp yetmezliği ve felç için güçlü kanıtlarla birlikte kardiyovasküler hastalık ve ölüm riski üzerinde etkili olduğu belirtiliyor. Kronik gürültüye maruz kalmak; kan basıncı ve kalp atış hızının artması ile kortizol gibi stres hormonlarının salınması gibi fizyolojik değişikliklere yol açabiliyor. Bu durum zaman içinde hipertansiyon, iskemik kalp hastalığı ve diğer kardiyovasküler bozuklukların gelişmesine katkıda bulunabiliyor. Bir başka etken de gürültü kirliliğine bağlı olarak bozulan uyku düzeninin kardiyovasküler hastalıklar açısından önemli bir sorun teşkil etmesi. Bu noktada, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) yüksek gürültü seviyelerinin, artan kardiyovasküler hastalık riski üzerindeki etkilerini tartışan güvenli gürültü maruziyetine ilişkin kılavuzlar hazırlasa da bunların çok etkili olmadığı belirtiliyor. Riski ortadan kaldırmak için iş ya da ev değiştirmenin zorluğu düşünüldüğünde diğer risk faktörlerine odaklanarak toplam riski azaltmanın daha önemli olduğuna dikkat çekiliyor.
Birçok sağlık sorunu için risk oluşturduğu bilinen hava kirliliği, mevcut kalp hastalıklarını ağırlaştırmanın yanında tek başına da risk oluşturabiliyor. Hava kirliliği ve uzun süren trafiğin yarattığı egzoz gazına maruz bırakılan kişilerin ölçümlerinde, o anda bile ciddi tansiyon yüksekliği, solunum problemleri ve damar elastikiyeti kaybı belirleniyor. Bunlar kalp hastalığı riskini ciddi oranda artıran faktörler olarak değerlendiriliyor. Kişinin kalp hastası olması durumunda tekrarlayan krizler görülüyor. Bu riskin bireysel önlemlerle azaltılabileceğine dikkat çekiliyor. Sıkışık trafikte aracın kontağını kapatmak, bulunulan binanın ısıtma ve soğutmasını optimum düzeyde kullanarak dışarıya verilen kirli hava miktarını azaltmak bireysel olarak alınabilecek önlemler arasında bulunuyor. Çevre koruyucu her önlemin çevre kirliliğini azaltacağına dikkat çekiliyor. Toplum olarak egzersize daha fazla yönelmek, fizik aktivasyonu artırmak, arabayı bir durak önce park edip yürümek, mümkün olan durumlarda arabayı trafiğe çıkarmamak hem hava kirliliği kontrolü hem de fiziki egzersiz açısından önemli bulunuyor.
Lancet tıp dergisinde yayınlanan bir çalışmaya göre haftada 55 saatten fazla çalışanlarda, 35-40 saat çalışanlarla karşılaştırıldığında, kardiyovasküler hastalık riskinde yüzde 13, felç riskinde ise yüzde 33 oranında bir artış görülüyor. Bununla birlikte Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Uluslararası Çalışma Örgütü'nün “Environment International”da yayınlanan son tahminlerine göre, uzun çalışma saatlerinin 2016 yılında felç ve iskemik kalp hastalığından 745 bin ölüme yol açtığı belirtiliyor. Bu, 2000 yılından bu yana yüzde 29'luk bir artış anlamına geliyor. Uzun çalışma saatlerinin kardiyovasküler hastalıklar açısından yarattığı bu risk, birkaç farklı mekanizma aracılığıyla ortaya çıkabiliyor. Uzun çalışma saatleri, kişide iş stresi ve baskı yaratıyor. Sürekli stres ve anksiyete, vücudun stres hormonları (kortizol ve adrenalin gibi) salgılamasına neden olabiliyor. Bu hormonlar, kan basıncını ve kalp atış hızı ile kalp hastalıkları riskini artırabiliyor. Uzun saatler boyunca çalışmak, uyku düzenini bozup uyku kalitesini olumsuz etkileyebiliyor. Yetersiz veya kalitesiz uyku, kalp hastalıkları riskini artırabileceği için iyi bir uyku düzeni, bu açıdan çok önemli görülüyor.
Bunun yanında uzun saatler masa başında veya benzeri bir pozisyonda çalışmak da fiziksel aktivitenin azalmasına neden olabiliyor. Düşük fiziksel aktivite düzeyi, kalp ve damar sağlığını olumsuz etkileyip kalp hastalıkları riskinde artışa yol açıyor.
Yoğun iş programları da sağlıksız beslenme alışkanlıklarını beraberinde getiriyor. Hızlı yiyecekler, atıştırmalıklar veya işyerinde kolayca ulaşılabilen sağlıksız gıdaların tüketimi, obezite, yüksek kolesterol ve yüksek kan basıncı gibi kalp hastalıklarını artıran faktörlere yol açabiliyor. Bu tür stresli iş ortamlarının bazen sigara içmeyi veya aşırı alkol tüketimini teşvik edebileceği belirtiliyor. Uzun çalışma saatlerinin kalp hastalıkları açısından potansiyel risklerinin azaltılması için önlem alınması gerekiyor.
Uyku apnesi kişi uyurken solunumun durduğu veya çok sığlaştığı bir bozukluk olarak tanımlanıyor. Tedavi edilmeyen uyku apnesi yüksek tansiyon, diyabet ve hatta kalp krizi veya felç olasılığını artırabiliyor.
Aşırı alkol alımı kalp kasına zarar verip ateroskleroz için diğer risk faktörlerini kötüleştirebiliyor. Alkol alımı ile kalp krizi riski arasında U şeklinde bir ilişki bulunuyor. fayda 1 günde ~28 g alkol (~2 İçecek veya orta düzeyde tüketim) sonrasında ortaya çıkıyor ve ~108 g (~9 İçecek) sonrasındaki yoğun tüketimde ise yüksek risk elde ediliyor. Bu durum az alım ile fayda sağlanabilirken miktar arttıkça zarar oranının da arttığına işaret ediyor. Alkol tüketiminden sonraki bir hafta içinde, orta düzeyde alkol tüketiminde kalp krizi riski daha düşük iken yoğun alkol tüketiminde risk daha büyük oluyor.
Hipotiroidizmin, kolesterol üzerine olumsuz etkileri ve kanda bulunan parametrelerden homosisteinin artışı gibi çeşitli mekanizmalar üzerinden aterosklerotik hastalıklar için risk faktörü olduğu belirtiliyor. Hipotiroidizmi olan kişilerin diğer risk faktörlerinden bağımsız olarak, erken ateroskleroz riskiyle 3 kat daha fazla karşılaştıkları belirtiliyor.
Basın Yansımaları: haberturk
”
Alo Yeditepe